Her kurduğu hayali elin de patlamış birini tanırdım; Onunla yaptığımız uzun sohbetler de bana anlatacağı sürekli yeni hikayeleri olması beni şaşırtırdı. Biraz ondan bahsetmem gerekirse, yaşadıkları anlı-şanlı şeyler değildi, ama onu bitirmeye yetmişti. Ailesi parçalanmış, çoğu arkadaşı tarafından terk edilmiş, sevgilisi cebinde ki paranın gidişiyle birlikte yavaş yavaş kaybolmuştu. Halen daha böyle insanlar maalesef var.
Kendi sessizliğime kaybolduğum Samsun da ki bir yaz gününde, tekrar karşıma çıktı. Garsonun tam o geldiği sırada getirdiği bir bardak çayın güzel bir sohbetin habercisi olduğunu fark ettim. Ona yönelir yönelmez, bana kim olduğumu sordu. Biraz zaman tanı yahu, daha yeni geldin, hoş geldin beş gittin. Soruya odağımı verdiğimde ise biraz afalladım, ona beni tanıdığını anlatmaya çaba gösterdim ama yetmedi. Tekrar sordu “Kim olduğunu biliyor musun?“. Denilecek bir şey kalmayıncaya dek kendimi ifade ettim. Yetmedi! “Sen ne kadar sensin ki? Ailenin seçtiği, onlarında ailelerinin seçtiği bir dine bağlısın… Ahlakın mahalle de öğrendiğin kadar, kültürün televizyonda izlediğinle sınırlı… Yasalardan korkmana bile gerek kalmıyor değil mi? Ama korkuyorsun… Çünkü için de bir de sen varsın… O seni hiç dinleyip kim olduğunu öğrenebildin mi? Bu fedakarlığı hiç yapabildin mi?” Bu kadar ağır bir cevabı siktir ettim, bu kadar olağan dışı bir konu beklemiyordum. Ona biraz daha dikkatli baktığımda sarsılmış olduğunu görmüştüm, ne olduğunu sormama gerek yoktu, olanları zaten biliyordum. Ama bu konu hakkında uzun vakittir düşündüğünü ve ilk üzerine konuştuğu kişinin ben olduğumu hissediyordum…